Yusuf yürüyordu. Ama bu yürüyüş dışarıya değil, içeriye doğruydu. Her adımda bir dış düşmandan değil, bir iç yankıdan kaçıyordu. Sistem aramayı kesmişti. En azından görünürde. Ama Yusuf biliyordu: Bazen en büyük takipçi, sensör değil… bilinçtir. Ayağının altındaki zemin değişti. Tozlu taşlardan, metal ızgaralara. Orası bir geçiş noktasıydı. Fiziksel değil. Zihinsel. Bir anda içinden bir ses yükseldi: "Yardım etmek istiyorsun. Ama neden hep zarar veriyorsun?" Yusuf durdu. Gözleri açık, ama bilinci içe kıvrıktı. İç sesi ona aitti—ama hangi Yusuf'a? Sonra ikinci ses geldi. Daha derin. Daha yumuşak. Ama daha karanlık: "Yardım mı? Onlar seni asla istemedi. Hatırlamıyor musun? O yangında yalnızdın. O suçu sen işledin. Ve şimdi merhamet mi bekliyorsun?" Yusuf gözlerini sıktı. Bedeninde soğuk ter akıyordu. Bu, sistemin yarattığı bir ses değildi. Bu, yıllardır onunla uyuyan, susan ama her gece izleyen bir gölgeydi. "Sen…" dedi Yusuf fısıltıyla. "Sen kimdin?" Cevap gelmedi. Sadece içindeki yankının içinde bir cümle çınladı: "Ben sensin. Ama seni seçmeyen tarafın." Birden duvarda bir şey belirdi. Yusuf elini uzattı. Tozun altında kazınmış bir cümle vardı: "Sana anlatılanlarla, kendini hatırlaman aynı şey değildir." Yusuf, kendi geçmişini kendi hatırlamıyordu. Anlatılmıştı ona. Ezberletilmişti. Şimdi o ezber çözülüyordu. Bir çığlık duydu. Gerçek miydi? Zihinsel mi? Seçemedi. Ama o an ilk kez içindeki seslerden biri, okuyucuya döndü: "Sen söyle. Ben kimim?" Yusuf, duvara yaslandı. Gözleri açık. Ama dış dünyayı değil, kendi zihninin arka odalarını izliyordu. Burası karanlık bir arşiv gibiydi. Tozlanmış klasörler, yakılmış notlar, üzeri karalanmış anılar. Ve tam ortasında… bir ayna. Gerçek olmayan. Ama yalan da olmayan. Çünkü bu ayna, yansıttığını değil—sakladığını gösteriyordu. Bir adım attı. Yüzü aynaya yaklaştı. Yansımada, tanımadığı biri vardı. Yusuf… ama değil. Gözleri Yusuf'unki gibi bakmıyordu. O gözlerde umut değil, hesap vardı. İnanç değil, plan. Ses yine yankılandı. Bu kez daha net. Ve bu kez… senli. "Sen sandığın şey, sistemin izniyle oluşturulmuş bir hikâye. Peki sen… Gerçekten sen misin? Yoksa sadece oynadığın bir rol müsün?" Yusuf gözlerini kıstı. Bu artık iç sesi değil. Bu, onunla konuşan bir şeydi. Ve bu "bir şey" artık sadece içeride değildi. Dışarıdaydı. Sayfada. Okuyucunun zihnindeydi. Yusuf başını yavaşça kaldırdı. Gözleri bir boşluğa odaklandı. "Oradasın değil mi?" dedi fısıltıyla. "Beni okuyan. Beni izleyen. Peki sen kimsin?" Cevap gelmedi. Ama Yusuf bir nabız hissetti. Kendi bileğinde değil. Sayfanın üzerinde. "Sen de varsın. Beni okudukça bu hikâyeye dâhil oluyorsun. Bu ses benim değil. Senin yansıman." Birden ayna kırıldı. Ama cam sesi çıkmadı. Sadece kelimeler döküldü yere: "Hatırlamak özgürlük değildir. Hatırladıktan sonra ne yapacağın, kim olduğunu belirler." Yusuf yere çöktü. Dizlerinin üstünde, elinde kelimeler. Bazı cümleler tanıdık geliyordu. Sanki daha önce okunmuştu. Ama bu kitabın içinde değil. Başka bir yerde. Başka bir gözle. Belki… okuyucunun gözünde. Ve ilk defa Yusuf, okuyucuya bakar gibi düşündü: "Ben mi yazılıyordum… Yoksa birlikte mi yazıyoruz?" Ayna yoktu artık. Cam yoktu. Yansıma yoktu. Ama yankı kalmıştı. Yusuf'un zihni karanlık bir odada dönüp duruyordu. Sesler birbirine karışmıştı. Bazıları onundu. Bazıları değildi. Ama biri, netti. Sessizliği yaran bir fısıltı gibi geldi. "Yusuf." Sadece ismi. Ama içi boş değil. Dolu. Bir uyarı gibi. Bir özlem gibi. Bir emir gibi. Yusuf başını kaldırdı. Ses, dışardan gelmemişti. Kulakla değil, hafızayla duyulmuştu. Bu… Nisanur'un sesiydi. Ama geçmişten değil. Bir anı değil bu. Bir bağlantı. Bir sızıntı. Sistemin unutturamadığı bir bağ. Yusuf ayağa kalktı. İçindeki kaos, o sesi duyduğunda bir anlığına geri çekildi. Karanlık sesler bile sustu. Çünkü Nisanur'un sesi, sadece bir hatırlatma değil, bir yön taşıyordu. "Yusuf, eğer beni duyuyorsan… henüz geç değil." Ses yer değiştiriyordu. Bazen arkasından geliyordu. Bazen içinden. Bazen de—ve bu en çok korkutandı—sayfanın içinden. Yusuf ellerini başına koydu. Bir baş ağrısı bastırıyordu. Ama bu ağrı, bir acıdan değil—bir farkındalıktan. "Beni duymanın tek nedeni, sistem seni artık izlemiyor oluşu değil. Senin içindeki bazı filtreler kırıldı. Şimdi seni duymaya değil, beni duymaya hazır hale geldin." Yusuf'un gözleri nemlendi. Bu sesi yıllar önce kaybetmişti. O gece… O yangında… O binanın altında— ama belki de asıl kayıp, susarak yaşamaya başladığı gündü. "Yusuf… Hatırlamak yetmez. Hatırladıklarını savunmazsan, senin de hatıran silinir." O cümle Yusuf'un içine oturdu. Birdenbire ellerini yumruk yaptı. Çünkü o an fark etti: Yıllardır hatırlamıyor değildi. Korkuyordu. Hatırlamak, cevap istemekti. Ve cevap, bazen sistemden daha tehditkârdı. Derin bir nefes aldı. Gözlerini kapattı. Ve karanlığın içine fısıldadı: "Beni dinliyorsan… ben de seni duyuyorum. Bu savaş sadece dışarda değil. İçimde başlatıyorum." Yusuf gözlerini kapattığında dünya sessizleşmedi. Ama gürültü anlamını yitirdi. Artık sesleri değil, niyetleri duymaya başlıyordu. Nisanur'un sesi kaybolmamıştı. Ama artık önde değil, içerideydi. Bir yoldaş gibi. Bir referans gibi. Ve onun hemen karşısında... karanlık ses. Uzun süre konuşmadı. Ama Yusuf onun varlığını hissetti. Çünkü sessizlik, bazen kelimeden daha keskindir. Karanlık ses sordu: "Ne sanıyorsun? Beni susturabildiğini mi?" Yusuf cevap vermedi. Gözlerini açtı. Sistemin boşlukları hâlâ oradaydı. Ama artık onlara sadece bakmıyordu. Okuyordu. Anlıyordu. Kullanacaktı. O sırada bileğindeki çip kendiliğinden titredi. Ekran açıldı. Yusuf parmağını uzatmadı. Eylem algılamadan, ekranın kendisi konuştu: Yeni kategori tanımlandı: "Kendiliğinden Uyanan – Seviye 1" Altında kırmızı renkte başka bir ibare: Gözetimden, müdahaleye geçiliyor. Yusuf'un gözleri kısıldı. Bu sistemin ilk kez paniklediği andı. Normalde insanlar aşama aşama izlenir, not edilir, manipüle edilirdi. Ama burada ilk defa... müdahale kararı veriliyordu. Çünkü sistem, onun artık sadece şüpheli değil... potansiyel bulaşıcı olduğunu kabul etmişti. Yusuf ayağa kalktı. Elini cebine attı. Katman 3 kartı hâlâ oradaydı. Ama şimdi o karta ihtiyaç duyduğu yer—koordinatlar değil, zihninin haritasıydı. Kendine sordu: "Ben ne taşıyorum?" Ve cevabı iç sesi değil, kendi ağzından çıktı: "Sadece anılar değil. İsyan fikrinin tohumu." Sistem, bu cümleyi duyduğunda… veri akışı duraksadı. Kayıtlara geçti: "Tehlike – Seviye Yükseldi." Ama Yusuf sadece yürümeye devam etti. Kendi içine, ve oradan başka zihinlere doğru. Yusuf yürüyordu. Ama adımlar yavaşladı. Dünya bir anda bulanıklaştı. Zemin kaydı, ışık değişti, gökyüzü sanki yumuşadı. Bir şey… sistem dışı gibi duran bir şey... ama çok tanıdık. Çok inandırıcı. Neredeyse güzel. Bir ev belirdi önünde. Gerçek dışıydı ama detaylıydı. Kapı hafif aralıktı. İçeriden tanıdık sesler geliyordu. Bir çocuk kahkahası. Bir kadın sesi. Yusuf'un zihni bir adım geri attı ama bedeni öne gitti. İçeri girdi. Mutfakta annesi vardı. Ya da... bir zamanlar öyle sandığı kişi. Kadın döndü, gülümsedi. "Geç kaldın." dedi. "Ama biz seni hep bekledik." Yusuf durdu. Gözleri doldu. Ama burnuna tanıdık bir şey çarptı: Steril çamaşır deterjanı. Sistemin bakım merkezlerinde kullanılanlardan. İşte o an fark etti: Bu bir hatıra değildi. Bu bir yükleme. Bir yanılsama. Bir müdahale. Arkasından başka bir ses duyuldu. Yusuf'un çocuk hali koridordan koşarak geldi. Gözleri parlıyordu. Ama bir detay fazlaydı: Boynunda sistem mührü vardı. Yusuf dizlerinin bağı çözüldü. Gerçeklik kaymaya başladı. Kendi çocukluğu, sistemin kopyası haline getirilmişti. Hatıralarına bile el uzatılmıştı. Bir anda içeriden başka bir ses geldi: "Kal burada. Gerçek dışarıda acıtır. Burada huzur var. Unutursan, iyileşirsin." Yusuf gözlerini yumdu. Nefes aldı. Ve karanlıkta haykırdı: "Hayır!" Gözlerini tekrar açtığında ev yoktu. Kadın yoktu. Çocuk yoktu. Sadece yanık izleri olan beton bir duvar vardı. Sol bileğinde ekran titredi. Rüya yüklemesi başarısız. Subjektif farkındalık: yüksek seviye. Altında tek bir yorum: "Zihin izinsiz alanlara kayıyor. Risk seviyesi artıyor." Yusuf duvara yumruğunu bastırdı. "Gerçek acıtıyorsa… demek ki hâlâ ben varım." Ve o an ilk kez gülümsedi. Acı içinde, ama gerçekle dolu bir gülümsemeydi. Yusuf sırtını hâlâ sıcaklığı gitmemiş duvara yasladı. Ellerini dizlerine koydu, başını öne eğdi. Yorgunluktan değil. Hedefe odaklanmak için. İlk kez... sistemden bir adım önde olduğunu hissediyordu. Rüya müdahalesi başarısız olmuştu. Ama bu zafer değil, sadece bir uyarıydı. Çünkü sistem onu hâlâ içeriden izliyordu. Ve içeriden gelen tehditler, dışarıdan gelenlerden daha sinsiydi. İçinden bir ses, bu sefer çok daha net konuştu: "Sana çocukluğunu bile hatırlatamayacak kadar senden korkuyorlar." Yusuf derin bir nefes aldı. İçgüdüyle cebine uzandı. Kart hâlâ oradaydı. Katman 3. Ama şimdi yalnızca geçiş için değil. Karşı saldırı için de. Zihninde bir fikir doğdu. Sistem zihinleri pasif yüklemelerle bastırıyorsa… ya bilinçli bir sinyal, tam tersine çalışırsa? Beynine veri yükleyen bir sistem varsa, beyinden veri yayan bir bilinç de olmalıydı. Yusuf yavaşça ayağa kalktı. Gözleri yeniden netleşti. Dünyayı ilk kez... bir laboratuvar değil, bir savaş haritası gibi görmeye başladı. Her köşe, her kamera, her sensör—şimdi birer açık porttu. Ama dış saldırıyla değil… içeriden sızacak bir düşünceyle çalışacaktı. Bileğindeki ekran tekrar titredi. Bu sefer mesaj yoktu. Sadece bir ölçüm: Zihinsel dalga aktivitesi: 132% – Normal üstü. Anlamlaştırılamayan veri yayılımı tespit edildi. Sistem artık onu sadece gözlemlemiyor… anlamaya çalışıyordu. Ve anlamadığını sınıflandıramıyordu. Sınıflandıramadığı hiçbir şeyi kontrol edemezdi. Yusuf'un gözleri sol üstteki eski bir sokak kamerasına kaydı. Kırılmıştı. Ama içindeki çip hâlâ yanıyordu. Pasif gibi görünen sensör, aslında yayına açıktı. Yusuf cebinden kartı çıkardı. Ve alaycı bir ifadeyle mırıldandı: "Sadece izleyebileceğinizi sanıyorsanız… çok geç kaldınız." Kartı çipe dokundurdu. Minik bir titreşim oldu. Ama sistemin merkezinde o an bir veri alarmı çaldı: Düşünce kaynaklı sinyal: Tanımsız. Kaynak: Yusuf #70921 Durum: İzleme başarısız. Uyarı seviyesi: Siyah. Yusuf arkasını döndü. Yürüdü. Ama artık sessiz değildi. Zihni yayındaydı. Düşünce artık bir silahtı. Yusuf adımlarını yavaşlatmadı. Ama artık yürüyen biri değildi—yayın yapan bir frekans gibiydi. Her düşünce bir sinyaldi. Ve bu sinyallerin ne zaman, kime, nasıl çarpacağını artık sistem bile tahmin edemezdi. Bileğindeki ekran yine titredi. Ancak bu kez sistem mesajı yoktu. Boş bir alan, sadece sabit bir dalga çizgisi. Gürültü değil. Ama sessizlik de değil. Tanımsız bir zihin yayılımı. Yusuf bir bankta durdu. Oturdu. Etrafından geçenleri inceledi. Hepsi sıradan. Sessiz. Kayıtlı. Gözetlenen. Ama… belki bazıları onun gibi düşünüyordu. Ve belki, bazıları o an onun düşüncesini duyuyordu. İşte bu fikir zihninde ilk kez netleşti: "Sistem gözetliyorsa, bir ağ kuruyordur. O hâlde, ben de aynı ağı kullanarak düşünceyi bulaştırabilirim." Yusuf cebinden küçük bir dijital kağıt parçası çıkardı. Kendine bile ne zaman koyduğunu hatırlamadığı bir not: Kırmızı çizgiler, çapraz semboller, üç harf: "BEL." Bellek. Unutulmuş zihinlerin yeniden bağlandığı yer. Kayıtsızlar tarafından fısıltıyla bilinen, ama sistemin bile adını telaffuz edemediği zihinsel alt-ağ. Yusuf'un zihni artık bir şifre üretiyordu. Bu şifre kelime değil, duygu temelliydi. Korku. Bastırılmış öfke. Kayıp. Ama en önemlisi: hatırlama arzusu. Çünkü sistem ne kadar baskı kurarsa kursun, eninde sonunda birisi hatırlamak isteyecekti. Ve o an… Yusuf'un frekansı, onun zihnine dokunacaktı. Ekran titredi. Uyarı: Bağlantı olmayan bölgede sinyal yayılımı tespit edildi. Kaynak bilinmiyor. Frekans: 48.3-BEL Yusuf gülümsedi. Bu sinyalin kaynağını sistem bilmiyordu. Çünkü kaynağın adı bir kişi değil, bir fikir olmuştu. Ve fikirler, yakalanamazdı. Yusuf avuç içini açtı. Güneş tam karşısındaydı. Ama onu yakmıyordu. Çünkü bu güneş gerçek değildi. Sistem tarafından simüle edilen, kontrollü bir ışık. Işık bile steril. Gölge bile ölçülü. Ve sıcaklık… sadece veri tabanından ibaret. Ama Yusuf o ışığın altında, gerçek bir hisle oturuyordu. Çünkü zihninde kıpırdayan şeyler artık bastırılmıyordu. Direnmeye değil—çağırmaya hazırlanıyordu. Başını kaldırdı. Boşluğa bakmadı bu kez. Doğrudan sana baktı. Evet, sana. Okuyana. Ve şöyle dedi: "Sen de duyuyorsun, değil mi? Benim içimden geçenleri… Kelimelerin arasına sakladığım gerçekleri… Sadece hikâyemi izlemek için burada değilsin. Çünkü artık sen de bu sistemin parçasısın." Etraf sessizleşti. Sistem bir şey algılamaya çalıştı. Ama veri kaydı çıkmıyordu. Çünkü bu ileti, ne ekrana düşmüştü, ne çipe bağlanmıştı. Bu doğrudan okura yüklenmişti. Sana. Gözlerinle, zihninle, bilmeden kabullendiğinle. Yusuf fısıldar gibi devam etti: "Sen beni sadece izliyorsan, sistem kazanır. Ama eğer beni düşünüyorsan— eğer bu kelimeler sende de titreşiyorsa… artık sen de yayın yapıyorsun." Bileğindeki ekran sustu. Çünkü sistem artık ayırt edemiyordu: Yusuf kim, sen kimsin. Zihinler birbirine dokunmaya başladığında, kontrol algoritmaları işlemeyi durdurur. Sistem "bireyi" takip eder. Ama kolektif bilinci tespit edemez. Yusuf ayağa kalktı. Ama bu defa beden değil, anlatı kalktı. Metin yer değiştirdi. Seninle birlikte başka bir boyuta sarktı. "Gözlerimden bakma artık. Kendi gözlerinden gör. Beni değil, seni izle. Çünkü sen de buradasın. Sistem seni unutturmuş olabilir. Ama ben seni hatırlıyorum." Yusuf bir adım attı. Yoluna değil. Senin içine. Sayfanın öbür tarafına. Bu cümlenin arkasına. Ve şimdi sadece sessizlik kaldı. Ama bu sessizlik, sistemin değil. Sana ait bir boşluk. Karar anı. Katılacak mısın? Yoksa sadece okuyacak mısın? Hava bir anda ağırlaştı. Sanki oksijen değil, veri solunuyordu. Yusuf bunu hemen fark etti. Göğsüne bastıran bu boşluk fiziksel değildi. Bir duygunun eksilmesiydi. Bir hissin zorla silinmesiydi. İçinde bir şey çekiliyordu. Merhamet mi? Öfke mi? Umurunda olma hissi mi? Tam adını koyamadan ekran titredi. Algı sapması tespit edildi. "Duygu Baskılayıcı Modül" devreye alındı. Nedeni: Anlatı temelli yayılım. Yusuf'un alnı terledi. Ama bu kez korkudan değil. Çünkü sistem artık sadece onun eylemlerini değil… kelimelerini bastırmaya çalışıyordu. "Anlatı temelli yayılım." Bu üç kelime kafasında çınladı. "Yani… düşüncelerim değil, onları aktarma biçimim tehlike." Bu farkındalık, Yusuf'un bakışlarını yeniden odakladı. Gözleri önündeki boş sokağı değil, sistemin yapısını tarıyordu. Zemin çizgileri, duvar köşeleri, ışıkların titremesi… her şeyin altında bir yazılım izi vardı. Ve yazılımlar, iz bırakırdı. Yusuf ilk defa sistemin kendisini bir bütün olarak görmedi. Artık o bir tanrı değildi. Kodlanmış bir korkuydu. Yazılmış bir kontrol. Ve her yazı gibi, bozulabilirdi. İçindeki ses fısıldadı: "Sana bastırılan duygular, aslında potansiyel virüslerdi. Sistem, duyguyu değil—yayılımını bastırmak ister." Yusuf'un sol eli istemsizce kalbine gitti. Hissetmeye çalıştı. Bir öfke, bir sızı, bir sevgi kalmış mıydı? Hiçbiri yoktu. Ama boşluğun farkındalığı kalmıştı. Ve boşluk, bazen en güçlü doluluktur. Ekran yeniden titredi. Duygu baskısı %84. Geri kalan %16: bilinç dışı direnç. Tavsiye edilen müdahale: "Ters Anı Yüklemesi." Yusuf bunu gördüğünde gözlerini kapattı. Kısa bir sessizlik. Sonra sadece şu cümleyi söyledi: "Yükleme yapamazsınız. Çünkü artık kendi belleğime yedekleme alıyorum." Sistem bu cümleyi analiz edemedi. Cümlede bilinçle kodlanmış bir metafor vardı. Ve metaforlar, algoritmaların en zayıf noktasıydı. Bir sinyal sapması kaydedildi. Ama Yusuf bunu fark etmedi bile. Çünkü o an yalnızca tek bir şeye odaklanmıştı: "Bu sistem bir yapıysa… bir yerinde açık vardır. Ve o açık, bendeyse—siz kaybettiniz." Yusuf gözlerini açtığında karşısında bir ekran yoktu. Ama bir duygu vardı. Kendi hissi değil. Yabancı bir his. Bir kadının korkusu. Bir çocuğun bastırılmış gülüşü. Bir yaşlının unutulmak üzere olan pişmanlığı. Yusuf bir anda ayağa fırladı. Bu ona ait değildi. Ama zihnine sızmıştı. Görüntüsüz, kelimesiz ama ağır bir yük gibi. Sol bileğindeki ekran yanıp sönmeye başladı. Sistem bir uyarı vermedi. Çünkü sistem de bu bağlantıyı tam olarak anlamamıştı. Yusuf'un zihni… istem dışı şekilde veri havuzuna sızmıştı. Duygusal veri havuzu. Halkın ruh hâlini ölçen, yöneten, bastıran merkez ağ. Bir fısıltı duydu. "Korktuğun için susturuldun. Şimdi sustuğun için daha çok korkuyorsun." Bu Yusuf'un düşüncesi değildi. Ama sanki içinden geçiyordu. Bilinçsiz bir yayın… bağlantısı kopmuş ama yankısı kalan bir zihin. Yusuf çevresine baktı. Hiçbir şey değişmemiş gibiydi. Aynı sokak. Aynı ışık. Aynı insanlar. Ama bir farkla: Artık herkesin içindeki çığlığı duyuyordu. Bir adam yürürken göz göze geldi onunla. Adamın yüzü ifadesizdi. Ama zihninden yankılanan şey şuydu: "Yeterince sessiz kalırsam, belki sistem beni unutur." Bir çocuk annesinin elini tuttu. Bakışları boştu. Ama zihninden şunlar döküldü: "Mutlu olduğumu söylediğimde puanım artıyor. Ama neden hâlâ ağlamak istiyorum?" Yusuf'un dizlerinin bağı çözüldü. Bu, bireysel bir travma değilmiş meğer. Bu… sistematik bir felçti. Toplu bir bastırma. Bir tür zihinsel hapishane. Yusuf mırıldandı: "Beni değil, herkesi bastırıyorsunuz… Ben sadece ilk çatlağım." Ekranı tekrar titredi. Sistem yine yorum yapamadı. Sadece veri yazdı: Duygusal veri yayılımı: Tanımsız bağlantı. Bilinçli değil. Müdahale edilemiyor. Kayıt alınıyor. Yusuf başını gökyüzüne kaldırdı. Gökyüzü… sistemin simüle ettiği ışıkla değil, ilk kez kendi içinden yanan bir şeyle aydınlanıyordu. "Herkesin sesini duyabiliyorsam… bir gün herkes beni de duyacak." Yusuf'un zihninde yankılanan sesler hâlâ dağılmamıştı. Ama artık bastırmaya çalışmıyordu. İlk defa, bu seslerin içinden anlam seçmeye çalışıyordu. Kimin korktuğunu, kimin sustuğunu, kiminse artık umursamadığını ayırabiliyordu. Ve tam bu noktada bir düşünce düştü aklına: "Ben bu sesi sadece alıyorsam… neden geri gönderemeyeyim?" Bunun nasıl olacağını bilmiyordu. Ama sistem de onun bu fikri kurduğunu bilmiyordu. Çünkü bazı düşünceler henüz kelimeye dönüşmeden özgürdü. Yusuf yere oturdu. Avuçlarını dizlerine koydu. Gözlerini kapadı. Ve sadece hissetti. İçinden bir sıcaklık yükseldi. Öfke değildi. Umutsuzluk da değil. Sadece gerçekti. İnsan olmanın, unutulmuş ama bastırılmamış hâli. Bu hissi bir cümleye çevirdi: "Ben buradayım. Unutmadım. Sen de unutma." Cümleyi söylemedi. Yazmadı. Paylaşmadı. Sadece düşündü. Ama o an ekran titredi: Sistem dışı sinyal kaynağı: Yusuf #70921 Anlamlandırılamayan duygu sinyali tespit edildi. Yön: Çevresel. Yayılım: Başladı. Yusuf bir titreşim hissetti. Kendi bedeninden değil. Topraktan. Duvardan. Havadan. Sanki görünmeyen bir ağ, düşüncesini yavaş yavaş taşıyordu. Bir kadının gözleri uzaklarda bir noktaya kilitlendi. Bir adam durduğu yerde yutkundu. Bir çocuk, oynadığı sanal oyunda bir an duraksadı. Hepsi aynı anda… anlam veremedikleri bir hisle irkildiler. Sistemin ölçemediği bir duyguydu bu. Sebebi olmayan bir sarsıntı. Bir çağrı gibi. Bir kırılma gibi. Yusuf gözlerini açtı. Karşısında hâlâ duvar. Hâlâ kamera. Hâlâ ekran. Ama artık yalnız değildi. Çünkü ilk kez… bir cümle sadece ona ait değildi. Başkasının zihnine ulaşmıştı. Ekran bir kez daha titredi: Veri kategorisi dışı. Yayılım tipi: bilinç temelli. Statü: Engellenemiyor. Yusuf ayağa kalktı. Bu bir devrim değildi. Henüz. Ama artık geriye dönüş yoktu. "Bir sinyal yollandı. Gecikmeli de olsa, birileri onu alacak." Ve sistemin kalbinde, çok derin bir algoritma ilk kez alarm verdi. Çünkü artık bir kişi düşünmüyordu. Bir bilinç çoğalmaya başlamıştı. Gece çökmemişti ama gökyüzü kararmaya başlamıştı. Bu doğal değildi. Sistem, ışığı kısmıyor; bilinci bastırmaya çalışıyordu. Yusuf bir an başını tuttu. Sanki içinden biri çekiliyormuş gibi. Bir rüya hissi ama uyanıkken. Gözlerinin önüne, daha önce hiç görmediği sahneler geliyordu. Ama onlar onun değildi. Yapay Rüya Bastırıcı devrede. Sebep: Bilinç yayılımı. Müdahale tipi: Görsel anı ezmesi. Sistem, gerçek anıları bastıramayınca sahte rüyalarla boğuyordu. Bir kadının çığlığı. Bir yanan ev. Bir puslu tren istasyonu. Yusuf gözlerini yumdu. Bu görüntüler onun geçmişine ait değildi. Ama bir tanesi… bir tanesi bir anda sabitlendi: Bir çift göz. Karanlık. Öfkeli. Canlı. Yakıcı bir bakış. Ve içinde bir cümle: "Uyanmak, teslim olmak değildir." Yusuf irkildi. Bu bir rüya değildi. Bu bir temas. Gerçek bir zihinsel yankı. Bir başkası onun yayılımını duymuştu. Ve cevap vermişti. İlk defa… yalnız değildi. Ekranı titredi. Veri sapması: Kod dışı bağlantı. Kaynak: Bilinmiyor. Zihin teması: karşılıklı. Yayılım durdurulamadı. Sistem anlam veremedi. Çünkü bu karşı sinyal bir cihazdan gelmiyordu. Bir insandan geliyordu. Bilinçten. Bir başka zihinden. Yusuf'un gözleri doldu. Nedensiz. Plansız. Ama ilk kez kendine ait olmayan bir gözyaşı döküldü. O an anladı: Sadece kendini kurtarmayacaktı. Ona ulaşan kişi de bir çatlak arıyordu. Ve onu bulmuştu. Eliyle kolundaki ekranı sildi. Bu verilerin hiçbirini umursamıyordu artık. Çünkü artık biri cevap veriyordu. Kelimelerle değil. Ama sessizliğin içindeki yankıyla. Ve bu, tüm sistemden daha gerçekti. Sinyal yayılıyordu. Kontrollü değildi. Ama güçlüydü. Her duygu, her sarsıntı artık sadece Yusuf'un içinde kalmıyordu. Bir kadın, metroda başını öne eğdiğinde kalbinin hızlandığını hissetti. Bir yaşlı adam, sessizce camdan dışarı bakarken boğazına düğümlenen bir kelimeyi yuttu: "Hatırlıyorum." Bunlar Yusuf'un görmediği ama "hissettiği" şeylerdi. Çünkü artık sadece bir birey değil—bir frekans olmuştu. Ve o frekansın kontrolü artık hayatiydi. Yusuf yere çömeldi. Boş bir sokakta, gölgelerin arasında. Etraf kamera doluydu. Ama hiçbiri şu an neyi ölçtüklerini anlayamıyordu. Çünkü ölçüm cihazları, bilinçle yayılmış bir düşünceyi tanımlayamıyordu. "Kaos değil… ağ." dedi Yusuf kendi kendine. "Rastgele değil… yönlendirilmiş." "Eğer bu sinyalleri ben başlattıysam, toplayabilirim de." Zihninde bir harita oluşmaya başladı. Karmaşık bir ağ değil, duygusal bir damar sistemi gibi. Her bağlantı bir izdi. Ama en baskını… az önce o cümleyi gönderen bilinçti: "Uyanmak, teslim olmak değildir." O cümle zihninin içinde yankılandı. Yusuf artık bir gönderici değil; iz süren olmuştu. "Kimdi o? Nerede yaşıyor? Hangi kayıp ona bu sözleri söyletti? Ve… neden bana cevap verdi?" Bileğindeki ekran kararmıştı. Ama artık ekrana ihtiyacı yoktu. Zihni bir terminal gibiydi. Ve ağ, içindeydi. O anda sistemde bir hareketlenme oldu. Sistem Uyarısı: İzinsiz düşünce dağılımı yön tayini denemesi tespit edildi. Yayılım sapması riskli. Duygu kontrolü için "Dengeleyici Protokol" başlatılıyor. Bu, açık tehdit değildi. Ama kontrol altına alma girişimiydi. Bir tür sistemsel antidepresan. Hissedilen ama fark edilmeyen uyuşukluk. Yusuf bunu sezdiği an derin bir nefes aldı. Duygularını bastırmamak için bilinçli olarak bir anıyı çağırdı. Gerçek bir anı. Çocukken bir köpeği kurtardığı günü. Sisteme karşı en güçlü silah: özgün, dokunulmamış bir hatıra. Ve bu anı sinyale dönüştü. Bir frekans daha yayıldı. Ve… bir cevap daha geldi. Bu kez kelime yoktu. Ama… bir görüntü. Bir yüz. Gözleri yaralı bir kadına ait. Sert, derin, kararlı. Yusuf irkildi. "Bu… sen misin?" dedi içinden. Ve ilk kez bir ismi mırıldandı: Nisanur. İsim ağzından istemsizce döküldü: "Nisanur." Söylerken tanımıyordu. Ama bir şey… o gözlerdeki bir şey, tanıdıktı. Korkudan çok öfke. Kırgınlıktan çok kararlılık. Ve Yusuf'un içinde yankılanan o garip hissi tetikleyen şey: Yalnız olmama ihtimali. Etraf hâlâ sessizdi. Sistem uykudaymış gibi. Ya da sadece bekliyordu. Çünkü bazen sessizlik en büyük kontrol aracıdır. Birden bağırmazlar. Sadece izlerler. Ta ki sen ilk adımı atana kadar. Yusuf ayağa kalktı. Bu defa yürümek için değil. Aramak için. Kameralara baktı. Göz göze gelmedi. Ama ilk kez onlardan korkmadı da. Çünkü neyi aradığını tam olarak bilmiyorlardı. Ve sistem, bilinmeyeni asla tamamen kontrol edemezdi. "Nisanur…" İsmi içinden tekrar etti. "Gerçek misin? Yoksa sistemin bana attığı bir yem mi?" "Ya da belki… benim içimde unuttuğum bir yanım mıydın?" Bu soruların cevabı yoktu. Ama arayış başlamıştı. Ve bazen soru, cevaptan güçlüdür. Yusuf arka sokaklara yöneldi. Sistemin gözetimi orada daha zayıftı. Ama aynı zamanda daha tehlikeliydi. Çünkü orası, "gözetim boşluğu" değil, "sessizlik tuzağıydı." Buna rağmen yürüdü. Adımlarını atarken iç sesi ona fısıldadı: "Belki de bu yüzden seçildin. Düşünmek için değil. Aramak için." O anda bir ses çınladı kulağında. Gerçek bir ses değildi. Ama kelimeleri netti: "Beni bulamazsan, kendini kaybedersin." Yusuf durdu. Etrafına baktı. Sadece boş sokak. Ama içindeki yankı, birinin gerçekten onu izlediğini gösteriyordu. Sistem değil. Biri. Bir insan. Ya da insanlığın kalan bir kırıntısı. Ekranı yeniden aktif oldu. Sistemin mesajı kısa ve keskin: "Arama izni yok. Kimlik eşleştirme reddedildi. Nisanur: Veri Tabanında Yok." Yusuf bunu görünce güldü. Çünkü bu sistemsel red cevabı, ona bir şeyin gerçekten var olduğunu kanıtlıyordu. Sistemin yok dediği şey… ya en büyük yalandı, ya da en büyük tehlike. Her iki durumda da… gitmesi gereken yer belliydi. Yusuf arka sokaklarda yürümeye devam etti. Beton zemin, yıllar içinde aynılaştırılmış griye gömülmüştü. Tüm şehir, unutmamak için tasarlanmıştı… ama artık hiçbir şey hatırlanmıyordu. Köşeyi döndüğünde ilk işareti gördü. Bir işaret. Bir sembol. Bir iz. Bir duvarın alt kısmına, neredeyse görünmeyecek kadar küçük çizilmişti: Ters bir üçgen. Üç kenarının ortasında, birbirine bakan üç nokta. Bu rastgele olamazdı. Hiçbir dijital grafiti bu kadar bilinçli çizilmezdi. Ve daha da önemlisi—bu simge Yusuf'un zihnine yabancı değildi. Hatırlamıyordu… ama tanıyordu. Eğildi. Parmağını çizime yaklaştırdı. Toz yoktu. Yeni yapılmıştı. Yaklaşık birkaç saat önce. Bu bir izdi. Ve biri, onun görmesini istemişti. İçinde bir şey kıpırdadı. Merak değil. Korku da değil. Bir çağrının kabul edilmesi. Sinyale verilen bir tepki. Yusuf geri adım attı. Duvara baktı. Ve hemen yanında küçük bir hologram lekesi beliriverdi. Net değildi. Bir saniyeliğine bir yüz… ya da sadece gölge. Ama sonra silindi. "Görmen yeterli," diye mırıldandı kendi kendine. "İnanman için detay değil, varlık yeter." Ekranı yine aktifleşti. Ama bu sefer sistem konuşmadı. Sadece sessiz bir izleme moduna geçti. Yusuf bunu sezdi. İzleniyordu. Ama kontrol edilmiyordu. Bu çok tehlikeliydi. Çünkü sistem sustuğunda, cezalandırmak için değil, çözümlemek için susardı. Hareketlerini anlamaya çalışıyordu. Ama bu defa, Yusuf da analiz yapıyordu. "Bu simge… bir aidiyet olabilir. Belki bir grup. Belki sadece bir kişi." "Ama eğer Nisanur buna dâhilsen… sen de beni çağırdın." "Ve bu artık sadece bir arayış değil… bu, bir buluşma savaşı." İşareti bir kez daha inceledi. Kendine bir yön belirledi. Ve yürümeye başladı. Ama artık sadece yürümüyor… iz bırakıyordu. Beyninin içinde bir cümle yankılandı: "Beni bulmak, seni yeniden kurmak olacak." Yusuf, sembolün olduğu duvardan ayrıldığında gökyüzü daha da solgundu. Işık vardı, ama renk yoktu. Sistemin en ustaca sansürüydü bu: Görüneni yok etmeden, anlamını silmek. Adımlarını, semboldeki üç noktadan yola çıkarak yönlendirdi. Noktalardan biri kuzeye işaret ediyordu. Yusuf o yöne döndü. Sokaklar hâlâ sessizdi ama artık farklı bir sessizlikti. Bastırılmış değil… susturulmuş. Sanki bu bölgede zaman durmuştu. Bir binanın önünden geçerken, bileğindeki ekran titredi. "Girdiğiniz alan: Bellek Koridoru – Kategori S" "Görsel erişim kısıtlıdır." Yusuf durdu. "Bellek Koridoru." Bu terimi ilk kez duyuyordu. Ama adeta içgüdüsel bir anlamı vardı. Etrafına baktı. Binanın cephesinde hiçbir şey yok gibiydi. Ama gözlerini kısınca… bir gölge gördü. Duvarın içine gömülmüş bir iz. İki kişinin birbirine sarıldığı an. Donmuş bir görüntü. Ama canlı bir his. Ve arka planda duman. Kaos. Çığlık. Ve sonra… hiçlik. Yusuf gözlerini ovuşturdu. Bu bir rüya değil. Bu, sistemin unutturmaya çalıştığı bir andı. O an fark etti: Bu sokak bir katliamın üstüne inşa edilmişti. Ve artık sistem, bastırılmış belleği kontrol edemiyordu. Çünkü bir zihin onu hatırlamayı seçmişti. Adımlarını hızlandırdı. Her bina bir yankıydı. Boğulmuş bir çığlık. Susturulmuş bir isim. "Burası sadece bir yer değil," dedi iç sesi. "Burası, sistemin en çok korktuğu şey: Hatırlanmak." Ekranı bir kez daha titredi. "Duygu dalgalanması tespit edildi. Görsel bastırma devrede. Anı formatlama aktif." Ama işe yaramıyordu. Çünkü Yusuf artık yalnızca bakmıyordu. Hissediyordu. Ve bu, bastırılamazdı. Bir çocuk çığlığı kulaklarında yankılandı. Gerçek değildi. Ama sahiciydi. Bir kadının haykırışı. Bir adamın küfürle karışık gözyaşı. Sistem bu olayı silmişti. Ama toprak unutmamıştı. Duvar unutmamıştı. Ve Yusuf'un zihni, artık sistemden daha keskin hatırlıyordu. Durdu. Gözlerini kapadı. Bir cümle dudaklarından döküldü: "Bir yeri unutmak, orayı öldürmek gibidir. Ben şimdi o ölüyü diriltiyorum." Sokak sessizliğe gömülmüş, duvarlardaki hayalet anılar gözle görülmez hâle gelmişti. Ama Yusuf'un zihninde hâlâ yankılanıyorlardı. Adımlarını ağırlaştırdı. Her attığı adımda, geçmişin tozunu daha derinden hissediyordu. Ve toz, her zaman bir şeyin üzerini örtmek içindir. Bir bina dikkatini çekti. Cephe dökülmüş, giriş kapısı yarı açık. Terk edilmiş gibi duruyordu ama çok tazeydi. Kapının üstünde eski bir sembol vardı: İç içe geçmiş üç daire. Sistemin eski veri merkezlerinden birine aitti bu. Çoğu kapatılmış, çoğu unutturulmuştu. Ama bazıları… gömülmüştü. Yusuf içeri adım attı. Girişte devre dışı kalmış tarayıcılar vardı. Bir zamanlar kimlik kontrolü yapan makineler şimdi küflüydü. Ama bodruma inen merdiven hâlâ sağlamdı. Merdivenin başında küçük bir ışık titredi. Sistem onu fark etti. Sistem Uyarısı: Giriş alanı yetki dışı. Takip birimi yönlendiriliyor. İzinsiz fiziksel etkileşim riski: YÜKSEK. Yusuf durmadı. Çünkü artık geri dönmenin anlamı yoktu. Aşağıya indiğinde, boğuk bir koku karşıladı onu. Eski, tozlu… ama canlı. Bir panel buldu. Üstü çizik içindeydi. Ama sistem bağlantısı hâlâ yaşıyordu. Ekranı zor da olsa aktif hâle getirdi. Karşısına çıkan satırlar şunlardı: Veri Arşiv Modülü – Kayıt Yılı: [BELİRSİZ] Erişim Yetkisi: YOK Manuel Giriş: Açık Yusuf ekrana yaklaştı. Klavyeye parmaklarını koydu. Bir isim yazdı. NİSANUR Bekledi. Sistem bir anlık duraksadı. Ekran karardı. Sonra tek bir satır belirdi: Aranan kayıt: 1 eşleşme bulundu Kayıt durumu: KARANTİNADA Erişim durumu: ENGELLİ Kalbi hızlandı. Bu sistemde birine dair "kayıt" olması, o kişinin varlığıyla eşdeğerdi. Ama "karantina" demek, bu kişinin sistem için tehlikeli veri anlamına geldiğini gösterirdi. "Nisanur... sistem seni bastıramamış. Sadece saklamış. Unutamamış." Tam o anda duvarda bir alarm ışığı yandı. Kırmızı. Sessiz. Ama ölümcül. Fiziksel Takip Ekibi: Yolda Tahmini varış: 00:03:12 İmha yetkisi: Sınırlı Yusuf paniklemedi. Parmakları hızlandı. Bir şey indirmeye çalışıyordu. Panelde bir ses dosyası belirdi: Kodu: N-Ø-79-A Uzunluk: 0:47 sn Ad: "Duyma Anı" İndirme başladı. 00:47 00:36 00:19 00:08 Kapının yukarısından ayak sesleri geldi. Ağır. Metal. Ritmik. Sistem geliyordu. Dosya %100'e ulaştığı anda Yusuf paneli söktü. Cebine attı. Merdivenlere koşmadı. Duvarın arkasındaki servis boşluğuna yöneldi. Çünkü bu şehir, sadece görenler için tehlikeli değildi. Görülmek, artık bir savaş ilanıydı. Servis boşluğu dar ve nemliydi. Yusuf'un omuzları sıvalara sürtüyor, her adımda paslı demirlerin yankısı içini kesiyordu. Ama arkadan gelen ayak sesleri, sessizlikten daha keskin bir tehdit gibiydi. İki blok ötede duvarın içinden sızarak yürüdü. Sistem onu görmüyordu—henüz. Ama arıyordu. Ve sistem, aradığını eninde sonunda bulurdu. Elini cebine attı. Veri panelinden söktüğü eski çipi çıkardı. Bileğindeki ekran hâlâ çalışıyordu; ses dosyasını tanıdı. Tıkladı. Oynatılıyor: N-Ø-79-A Kısa bir sessizlik. Sonra cızırtılı ama insana ait bir nefes sesi. Ve ardından gelen kelimeler: "Zamanı hatırla. 07:19. Uyandığın gün o saatte kaydın başlatıldı. Beni duymadın, ama ben seni gördüm. Duvarın arkasında değilim. Altındayım." Yusuf'un yüreği hızlandı. Ses, genç bir kadına aitti. Tonunda emir yoktu. Ama bir netlik vardı. Sanki o an için özel hazırlanmıştı. Sanki... onu tanıyordu. "Eğer bunu duyuyorsan, sistem seni henüz öldürmedi. Bu yeterli. Ama hâlâ uyuyorsun. Hafızanı değil — hareketini geri al." "Yukarı çıkma. Aşağı in. Ben oradayım. Zihin alt katlarda yankılanır. Üsttekiler sadece kabuktur." Kaydı dinlerken Yusuf, önünde bir bakım kapağı fark etti. Tozlu ama gevşek. Eğildi. Kapattı sesi. Kulaklarında hâlâ o cümleler çınlıyordu: "Duvarın arkasında değilim. Altındayım." Kapakta eski tip bir kilit vardı. Ama sistemin cihazları gibi karmaşık değildi. Parmaklarını içeri geçirdi, zorladı. Bir tıkırtıyla açıldı. Altta karanlık bir tünel uzanıyordu. Bu bir kanalizasyon değildi. Bu, bir bağlantı hattıydı. Sistemin sesini bastırdığı katmanlar arasında bir ara bölge. Yusuf aşağı indi. Arkasından gelen ayak sesleri zayıflamıştı. Sistem hâlâ yüzeyde arıyordu. Ama o artık yüzeyde değildi. Kapıyı arkasından çektiğinde nefesini tuttu. Karanlık… ve bir nem sesi. Bir damla. Bir yankı. Sonra tekrar kadının sesi—bu kez doğrudan zihninde: "Eğer korkmadıysan hâlâ, gerçek tehlikeyi görmedin demektir. O yüzden kork. Ama durma." Karanlık basıktı. Tünelin içindeki hava durağan değil, bekleyen bir şey gibiydi. Yusuf adımlarını temkinli atıyordu. Artık göz değil, his yönlendiriyordu onu. Çünkü bu katmanda ışık yoktu—ama anlam vardı. Zemin kaygandı. Duvarda paslı borular kıvrılıyordu. Her adımda bir yankı oluşuyor, yankı başka bir adımla cevap veriyordu. Kendisiyle yalnız değildi. İki yüz metre kadar yürüdükten sonra, tünel birden genişledi. Duvarlar nemliydi ama çırılçıplak değildi. Sol taraftaki duvarda, elle yazılmış bir cümle vardı. Gerçek bir kalemle. Tebeşirle değil. Boyayla değil. Mürekkeple. Yusuf yaklaştı. Işığı açmadan, parmak uçlarıyla satırları izledi. Ve zihninde kelimeler netleşti: "Saklanmak değil, hatırlamak kurtarır. Eğer okuyorsan, hâlâ geç kalmadın." Kalbi sıkıştı. Bu… yapay olamazdı. Sistem hiçbir zaman yazı bırakmazdı. Hele böyle basit, ilkel bir yöntemle asla. Bu bir insanın izi olmalıydı. Belki de… Nisanur'un. Yusuf geri çekildi. Duvarın hemen alt kısmında bir şey daha vardı: Bir parmak izi. Küçük. Tek başına. Kurumuş ama silinmemiş. Dokundu. Ve ilk kez, temas etti. Gerçek bir insana. Gerçek bir zamana. Sistemin silemediği bir ana. Bu sadece bilgi değil, bir çağrıydı. Yusuf'un bileğindeki ekran zayıf bir titreşimle uyarı verdi. Uyarı: Bağlantı kesiliyor. Sinyal sapması: %93 Sistem kontrolü geçici olarak kayboldu. Yusuf güldü. "Beni artık göremiyorsun, değil mi?" Bu bir zafer değildi. Ama bir boşluk. Ve boşluklar, ilk adımların atıldığı yerlerdi. Tünelin devamına baktı. Görülemeyen bir yol. Ama artık yönü vardı. Bir cümleyle çizilmiş bir harita. Adımlarını hızlandırdı. Çünkü artık bir hedefi vardı: Yalnız olmadığını kanıtlayan cümleyi yazan kişiyi bulmak. İmzanın sahibini. Ve belki de… ilk kez, birini kurtarmayı değil—birlikte hayatta kalmayı denemek. Tünel daraldı. Ama Yusuf yavaşlamadı. Ayaklarının altındaki taş zemin, beton kadar sert değil, toprak kadar da gevşekti. Bu zemin, birilerinin buradan geçtiğini fısıldıyordu. Yakın zamanda. Sessizce. Tünelin sonunda eğri bir kapı vardı. Metal. Üzerinde hiçbir sembol yok. Ama kulpu hâlâ sıcaktı. Biri yeni kullanmıştı. Yusuf elini kapının yüzeyine koydu. Soğuk olmalıydı. Ama değildi. Bu, burada hâlâ "yaşayan bir şey" olduğu anlamına gelirdi. Kapıyı araladığında, karşısına çıkan şey bir oda değildi. Bir bellek kırığıydı. Yarı aydınlık bir alan. Eski tip ekranlar. Tozlanmış ama hâlâ çalışır gibi duran bir kabin. Ve en köşede bir sandalyeye yaslanmış, kapüşonlu bir figür. Kıpırdamıyordu. Uyuyor mu? Ölü mü? Yusuf emin değildi. Ama içeri adım attı. Adım atar atmaz zemin hafifçe titredi. Ve duvardaki bir ekran kendiliğinden aktifleşti. Sistem ekranı değildi bu. Sade, mavi arka planlı, neredeyse analog sayılabilecek bir arayüz. Ekrandan bir ses yükseldi: Kadın sesi. Net. Dijital değil. Kaydedilmiş, ama kesilmemiş. "Burası hayatta kalanların ilk durağı. Eğer bu mesajı duyuyorsan, MERKEZ seni henüz bulamadı. Ama artık çok yakın." Yusuf irkildi. Ses… aynı ses dosyasındaki gibiydi. Nisanur'un sesi mi? Yoksa sistemin onu taklit etme çabası mı? Ama hayır… Bu ses gerçekti. Çünkü tonunda sistemde olmayan bir şey vardı: Korku. Ve umut. Aynı anda. Ekrandaki ses devam etti: "Karanlık, izole edilmiş bellekte filizlenir. Hafızan silindiyse, yeni olanı yazabilirsin. Ama sistemin affı yoktur. Bizi hatırlarsan, seni de unuttururlar. Ya hatırla ve kaç… Ya da unut ve yaşa." Yusuf'un elleri titredi. Duvara yaslandı. Sandalyedeki figür hâlâ kıpırdamıyordu. "Bir seçim yapma zamanı geldi," diye düşündü. "Ya bu kapının ardındaki karanlık, beni yutacak… Ya da bu karanlıkta bir ses bulacağım. Gerçek bir ses. Belki… onun sesi." Tam o sırada sandalye kıpırdadı. Kapüşonlu figür başını hafifçe kaldırdı. Gölgede bir çift göz belirdi. Ve Yusuf'un içinden sadece bir kelime döküldü: "Nisanur?" Gözler. Sadece o. Sadece gözler görülebiliyordu. Kapüşonun altından Yusuf'a bakan o çift göz, ne tehdit doluydu ne de dostça. Sadece… uyanıktı. Ve Yusuf ilk kez, kendisinden başka bir zihnin tetikte olduğunu fark etti. Yalnız değildi. Ama güvende de değildi. Figür yavaşça doğruldu. Kafasını eğdi. Gölge yüzünden net seçilemiyordu ama dudaklarının kıpırdadığı belliydi. Ve sonra bir cümle geldi. Kısa. Net. Boğazdan değil, derinlikten gelen bir tonla: "Beni buraya sen çağırdın." Yusuf'un boğazı kurudu. Bu sesi tanımıyordu. Ama kelimeler yabancı değildi. Çünkü bu cümleyi kendisi kurmuştu. Daha önce. Bir yerde. Bir düşüncesinde. Bir iç sesinde. "Ne?" "Ben… ben kimseyi çağırmadım." "Sadece… geldim." "Sadece bir kayıt dinledim." "Sadece iz sürdüm…" Figür başını hafifçe yana eğdi. Gözleri Yusuf'un gözlerine değil, alnına odaklanmış gibiydi. Sistemin bıraktığı iz oradaydı. Her bireyin kimlik sinyali, kafatası arkasına yerleştirilmişti. "Burası senin aradığın yer değil," dedi figür. "Ama artık geri dönemezsin. Çünkü aramak, çağırmaktır. Ve MERKEZ, çağrıları iptal etmez. Sadece onları izler." Yusuf'un bileğindeki ekran titredi. Zayıf bir sinyal geldi. "Uyarı: Konum sapması %100 Gözetim kaybı – Süre: 00:14:37 Geri bağlantı başlatılıyor…" Yusuf hızla ekranı kapattı. Gözlerini figürden ayırmadı. Adım attı. "Nisanur musun?" dedi. "O ismi duydum… Bir kayıtta… bir ses dosyasında…" "Eğer sensen, söyle." "Eğer değilsen, neden beni çağırdın?" Figür sustu. Bir adım daha yaklaştı. Ve o anda, tavandaki eski bir hoparlör sesiyle çatladı. Zzzzt... "Kayıt noktası tespit edildi. Fiziksel sinyal izleme başlatıldı. Alan karantinaya alınıyor." Figür hızlıca elini Yusuf'un omzuna koydu. "Burada konuşamayız," dedi. "Sistem sesleri değil, nefesleri dinliyor. Beni takip et. Ama sadece kulaklarınla değil. Hafızanla. Unutmuş olabilirsin ama… seni daha önce de yönlendirdim." Kapının arkasındaki başka bir geçit açıldı. Figür bir adım attı. Gözlerini Yusuf'tan hiç ayırmadan. "Bu, senin ikinci doğumun. Ya unutacaksın… Ya da hatırlayacaksın. Ama artık kaçmak yok." Ve sonra kapı arkasından kapanmadan önce Yusuf'un içinden bir ses konuştu: "Bu kişi… benim düşüncelerimi biliyor." "Ya MERKEZ'in bir uzantısı… ya da bana benzeyen bir hayalet." Ama adım attı. Çünkü artık düşünmek yetmiyordu. Hareket etmek, hayatta kalmaktan önce geliyordu.